Güncel
Giriş Tarihi : 30-07-2025 11:48

Semboller yalnızca geçmişin mirası değil, aynı zamanda bugünün dilidir.

Bayrak, sancak, alem... Bunlar sadece devletin değil, aynı zamanda boyların, hatta ailelerin bile kendilerine özgü işaretleri olarak kullanılmıştır.

Semboller yalnızca geçmişin mirası değil, aynı zamanda bugünün dilidir.

Semboller… Rumuzlar, işaretler, damgalar, alemler… İnsanlık tarihi boyunca, milletlerin hayatında düşünüldüğünden çok daha derin bir yer edinmiştir. Sadece tanıtma ya da tanınma işleviyle sınırlı kalmazlar; aynı zamanda kimliğin, kişiliğin ve varoluşun da birer temsili olurlar. Bugünse belki de her şeyden çok bağımsızlık ve özgürlük anlamına gelirler. Sessiz bir dildir semboller, bazen yazıyla, bazen görüntüyle, bazen yalnızca varlıklarıyla konuşurlar.

Türk milleti, tarihin derinliklerinden bugüne bu dili en iyi kullanan milletlerden biridir. Her damga, her işaret bir temsilin ötesinde bir kutsiyet yüklenerek kullanılmıştır. Sembol, yalnızca görünen bir şekil değil; bir ruhun, bir inanışın, bir aidiyetin taşıyıcısı olmuştur. Bu bilinçle, tarih boyunca gittikleri her yere bu sembolleri taşımış, dağlara, taşlara işlemişlerdir. Bugün Orta Asya’da bir kayanın yüzeyinde rastladığımız yazıt ya da bir balbalın suskun duruşu, bin yıllık bu hafızanın sessiz tanığıdır.

Bayrak, sancak, alem... Bunlar sadece devletin değil, aynı zamanda boyların, hatta ailelerin bile kendilerine özgü işaretleri olarak kullanılmıştır. Çocukluğumun köyünden hatırlıyorum; her ailenin bir damgası olurdu. Hayvanların kulaklarına, burunlarına, bedenlerine dağlanan bu işaretlerle kimin hangi hayvana sahip olduğu kolayca anlaşılırdı. Damga, sahipliğin işareti olduğu kadar, aitliğin, kök salmanın da nişanesiydi.

Türklerin dünyasında yer, yani “kara yer”, çoğu zaman olumsuz çağrışımlar taşırken; gök, daima aydınlığı, temizliği, iyiliği ve Tanrı'yı simgeler. Güneşin doğduğu yön ak, battığı yön kara; Karadeniz’in karalığı ile Akdeniz’in aklığı arasında yalnızca coğrafi değil, sembolik bir anlam farkı da vardır. Türk, gözünü yere değil göğe dikmiş bir millettir. Dua ederken başın yukarı kaldırılması, ellerin semaya açılması, gökle kurulan bu kadim ilişkinin en doğal yansımasıdır.

Geçtiğimiz aylarda Kırgızistan’a yaptığım bir gezide, özellikle insanların isimleri dikkatimi çekti. Özellikle kız isimlerinde ay, güneş, yıldız gibi gökyüzüne ait ögeler hâlâ baskın. Geri kalanlar ise çiçeklerle bezenmiş. Bu da Türk’ün sembollerle kurduğu bağın bugünkü izdüşümüdür. İsimler, göğü çağırır hâlâ; umut, güzellik ve yücelik orada aranır.

İşte bu yüzden, Türk bayrağının ay ve yıldızdan oluşması kadar doğal bir şey yoktur. Başka bir sembolle tasvir edilmesi neredeyse imkânsızdır. Bugün bağımsız Türk devletlerinin tamamının bayrağında ya bir ay, ya bir yıldız, ya da bir güneş yer alır. Hepsi aynı göğe bakar, aynı sembolde birleşir. Atatürk’ün "İstikbal göklerdedir" sözü de, bu ortak bilinci dile getirir.

Ancak semboller yalnızca geçmişin mirası değil, aynı zamanda bugünün dilidir. Ne zaman bir bayrağın bir tarlada, bir evin penceresinde ya da bir mezar taşında dalgalandığını görsem, o yalnızca bir kumaş değil; bir ruh halinin, bir hissiyatın dışavurumu gibi gelir bana. Bu yüzden geçtiğimiz günlerde, bir ayçiçeği tarlasının ortasında göndere çekilmiş bir Türk bayrağını gördüğümde içimde bir hüzün dalgası kabardı.

Bayrağın bir tarlada dalgalanması, ilk bakışta gurur verici bir manzara gibi görünse de, beni sevindirmekten çok kaygılandırdı. Çünkü bu bir tür sessiz çığlıktı. Vatandaşın kendini tehdit altında hissettiği, varlığının sorgulandığı, geleceğinden endişe ettiği bir dönemin sessiz anlatımıydı sanki. Bayrağı sadece okuluna, evine, camisine değil; bir tarlaya, hem de ayçiçeği tarlasına dikmek... Bu bir haykırıştır. Söyleyemediklerini, yazamadıklarını, anlatamadıklarını, bu en değerli sembolle ifade etme çabasıdır.

Geçmişte de yol kenarlarında, dükkân önlerinde bayraklar görürdük. Ama hiçbir zaman bir ekin tarlasının ortasında, bu kadar çarpıcı bir yerde rastlamamıştım. Bu bana yalnızca bir aidiyet duygusunu değil, aynı zamanda bir rahatsızlığı, bir gidişattan duyulan hoşnutsuzluğu da haber veriyor gibiydi.

Bugün çevremize baktığımızda; içeride çözülmeye yüz tutmuş bir birlik, dışarıda giderek sertleşen tehditler, savaşlar, karmaşa… Toplumun değer yargıları çözülürken, yalnızca ekonomide değil, anlamda da bir çıkmazın kıyısına geldiğimizi hissediyoruz. İşte böyle bir zamanda, ayçiçeği tarlasındaki bayrak, yalnızca bir kumaş değil; bir mesaj, belki de bir uyarıdır.

Ve belki de şunu haykırmaktadır: “Ben buradayım. Kaybolmakta olan bir şeyleri hâlâ koruyorum. Sahipsiz değiliz.”

AdminAdmin